Bilindiği üzere İçişleri Bakanlığı’ndan sonra Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da, “Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi” ismine onay verdi.
Dolayısıyla, bir siyasi parti isminde “Kürdistan” ibaresinin kullanıp kullanılamayacağı noktasında mevzuat hükümlerine bakmak isabetli olacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 68. maddesinin 4. fıkrası, siyasi partilerin tüzük ve programları ile eylemlerinin, Devletin bağımsızlığına, ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğüne aykırı olamayacağını ifade etmiştir. Henüz kurulmayan ve dolayısıyla tüzük ve programları hakkında bilgi sahibi olmadığımız partinin bizatihi isminin, Devlet bağımsızlığı ile ülke ve milletin bölünmez bütünlüğüne aykırılık oluşturduğunun kabulü gerekir.
Ayrıca; siyasi partilerin kurulmalarına, teşkilatlanmalarına, faaliyetlerine, görev, yetki ve sorumluluklarına, mal edinimleri ile gelir ve giderlerine, denetlenmelerine, kapanma ve kapatılmalarına ilişkin hükümleri düzenleyen Siyasi Partiler Kanunu, kullanılamayacak parti adları ve işaretleri ile ilgili açıklamalarına Kanunun 96. maddesinde yer vermiştir. Maddenin 3. fıkrası uyarınca; “Komünist, anarşist, faşist, teokratik, nasyonal sosyalist, din, dil, ırk, mezhep ve bölge adlarıyla veya aynı anlama gelen adlarla da siyasi partiler kurulamaz veya parti adında bu kelimeler kullanılamaz”.
Kürdistan’ın bir bölge adı olduğu noktasında bir tereddüt bulunmamakla birlikte, “Kürdistan” ismi ile ortaya atılan siyasi düşüncenin, Anayasanın başlangıç kısmında belirtilen Türk Vatanı ve Milletinin ebedi varlığı ile Yüce Türk Devletinin bölünmez bütünlüğünü hedeflediği ve bu cihetle Anayasanın 68. maddesi ile Siyasi Partiler Kanunu hükümlerine aykırı olduğu tartışmasızdır.
Siyasi Partiler Kanunu m.78/a-2 uyarınca siyasi partiler; “Türk Devletinin ve Cumhuriyetin varlığını tehlikeye düşürmek, temel hak ve hürriyetleri yok etmek, dil, ırk, renk, din ve mezhep ayrımı yaratmak veya sair herhangi bir yoldan bu kavram ve görüşlere dayanan bir devlet düzeni kurmak; Amacını güdemezler veya bu amaca yönelik faaliyette bulunamazlar, başkalarını bu yolda tahrik ve teşvik edemezler”. Yine Siyasi Partiler Kanunu m.78/b uyarınca siyasi partiler; “Bölge, ırk, belli kişi, aile, zümre veya cemaat, din, mezhep veya tarikat esaslarına dayanamaz veya adlarını kullanamazlar”.
Ülkemiz terör eylemleri ile bölücü yapılanmalardan dolayı çok bedel ödemiştir. Bundan dolayıdır ki, Türk Ceza Kanunu’nda bu yapılanmalara karşı mücadele ve faillerin cezalandırılması için sert hükümlere yer verilmiştir. Örneğin Kanunun 302. maddesi, Devletin egemenliği altında bulunan topraklardan bir kısmını Devlet idaresinden ayırmaya yönelik bir fiil işleyenlerin ağırlaştırıcı müebbet hapis cezası ile cezalandırılacağına hükmetmektedir. Devletin birliğini ve Ülke bütünlüğünü bozmak suçunu düzenleyen TCK m.302, bu suçun koruduğu hukuki yarara o derece önem vermiştir ki, Anayasa ile kurulu düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçları tanımlayan TCK m.309 ila 313’de suçun maddi unsuru sayılan “elverişli vasıtalarla cebir ve şiddet kullanma” hareketini burada aramamıştır. Bir başka ifadeyle TCK m.302’ye göre, cebir ve şiddet kullanılmasa da Devletin birliğini ve Ülkenin bütünlüğünü bozmaya yönelik fiillerin suç sayılıp cezalandırılacağı anlaşılmaktadır.
Kürdistan bölgesini parti ismi olarak belirleyen kişilerin hedeflerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülke ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü hedef aldığı açık olduğu gibi, Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu’nun bu tür eylemlere ve “Kürdistan” gibi bölge isimlerini oluşturanlar ismine izin vermediği şüphesizdir. Bunun yanında örneğin; “Karadeniz Birliği Partisi, İç Anadolu Halk Partisi, Türkiye Akdeniz Demokrat Partisi, Kapadokya Adalet Partisi, Türkiye Doğu Anadolu Müdafaa Partisi” adlı partiler de kurulamaz. Bu konu, ifade hürriyeti veya siyasi hakkın kullanımı ile daraltılıp incelenemez.
Bir siyasi parti; Devletin bağımsızlığına, Ülkesi ve Milleti ile bölünmez bütünlüğüne, insan hak ve hürriyetlerine, “eşitlik” ve “hukuk devleti” ilkelerine, millet egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine aykırı olamaz, sınıf ve zümre diktatörlüğü ile herhangi bir diktatörlüğü savunamaz ve yerleştirmeyi amaçlayamaz (Anayasa m.68/4).
Bu açıdan İçişleri Bakanlığı ile Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın “Kürdistan” ismine verdiği onayı çözüm sürecinin bir parçası olarak nitelendirmekle birlikte, hukuki olmadığını, yukarıda sayılan hükümlere aykırı olup, “hukuk devleti” ilkesine ters düştüğünü ifade etmek gerekir.
Ayrıca; bölge adı içerip Türkiye Cumhuriyeti’nin üniter yapısına aykırılık oluşturan, bu anlamda ayırımcılığı destekleyen, muhtemelen kurulacak siyasi partinin tüzüğünde de buna ilişkin yer verilecek ibareler, bu ibarelere yer verilmese bile siyasi partinin adından kaynaklanan nihai hedefi dikkate alındığında, Anayasa m.4 uyarınca değiştirilemeyecek bir hüküm olarak nitelendirilen Anayasa m.3/1’i de tartışmasız bir şekilde ihlal edecektir. Anayasa m.3/1’in 1. cümlesine göre; “Türkiye Devleti, ülkesi ve milleti ile birlikte bölünmez bir bütündür”.
Tüm bu sebeplerle, hangi niyetle olursa olsun “hukuk devleti” ilkesi gereğince ve bundan başka normlar hiyerarşisinin tepesinde olan, Anayasa m.11’e göre herkesi ve tüm kanunları bağlayan Anayasaya aykırı düşecek şekilde bölge adının bir siyasi parti tarafından kullanılabilmesi mümkün değildir.
Eğer isteniyorsa siyasi partilerde kullanılabilecek bir coğrafi isim olabilir, o da Anayasa m.3/1’in 1. cümlesi uyarınca “Türkiye” ismidir. Bundan öte, hangi sebep ve saikle olursa olsun bölgecilik ve ayırımcılık oluşturabilecek isimlerin, temsili demokrasinin temelini oluşturan ve Türk siyasi hayatı ile yönetimine yön veren siyasi partilerde kullanılması kabul edilemez. Burada basit bir isim ve masum bir isteğin yerine getirilmesi algısından hareketle “ne olacak, çözüm sürecine katkıda bulunacaksa bu da olsun, bir ismi fazla da büyütmemek gerekir” denilerek, Anayasa ve kanunların açık hükümlerine aykırılığa izin verilemez. Bu tür bir uygulama, başka kötü emsallerin de önünü açabilecektir ki, birlik ve bütünlüğün sürekli dillerde dolaştığı bu zamanda bölgecilik içeren sübjektif tavizde, hukuka aykırılığın yanında siyaseten de isabetli sonuç alınabilmesi mümkün değildir.
Unutulmamalıdır ki siyasi partiler; belirli bir maksat, yöre, mesleki mensubiyet, hizmet amacı itibariyle kurulan dernekler ile bazı somut amaçlar çerçevesinde oluşturulan vakıflardan farklıdır. Temsili demokrasinin olmazsa olması olup, kuruluş amacı ve fonksiyonları itibariyle bütünü kapsamalı; bölge, ırk, din, dil, mezhep ve cinsiyet itibariyle ayırımcılık yapmamalı, gerek adında ve gerekse tüzüğünde ayırımcılık içeren ibareler taşımamalıdır.
Konuyu ifade hürriyeti kapsamında ele alırsak;
İfade hürriyetinin kolektif bir kullanım biçimi olan sivil örgütlenmenin bir yansımasının da siyasi partiler olduğu, dolayısıyla bir siyasi partinin isim, tüzük ve faaliyetlerinin cebir, şiddet ve tehdit içermemek kaydıyla bölge, ırk, din, mezhep, cinsiyet ve marjinal de olsa ideolojik görüşler içerebileceği, bunları çağrıştırabileceği ve bunların demokratik hukuk toplumlarında kullanılabileceği fikri savunulabilir. Bunun dayanağı net olarak, siyasi partinin cebir, şiddet ve tehdit içeren faaliyetlerde bulunmaması, mensuplarını da bunlara tahrik ve teşvik etmemesi olarak gösterilebilir. Bu düşünce, siyasi partinin adı ve tüzüğünde şekil itibariyle cebir, şiddet ve tehdidin olmamasını yeterli görüp, faaliyetleri itibariyle hukuka aykırı hareket edip etmediğine bakılması gerektiğini savunabilir. Bu görüşe dayanak olarak da Anayasa m.90/5 gösterilebilir.
Anayasa m.90/5’e göre, “Usulüne göre yürürlüğe konulmuş milletlerarası antlaşmalar kanun hükmündedir. Bunlar hakkında Anayasaya aykırılık iddiası ile Anayasa Mahkemesine başvurulamaz. Usulüne göre yürürlüğe konulmuş temel hak ve özgürlüklere ilişkin milletlerarası antlaşmalarla kanunların aynı konuda farklı hükümler içermesi nedeniyle çıkabilecek uyuşmazlıklarda milletlerarası antlaşma hükümleri esas alınır”.
Bir an için Türkiye Cumhuriyeti’nin bağlı olduğu herhangi bir uluslararası bir sözleşme ile bölge, ırk gibi yukarıda belirttiğimiz isim ve unsurların, cebir, şiddet ve tehdit içermemek kaydıyla siyasi parti ismi olarak kullanılabileceği ileri sürülebilirse de, bu düşünceye iki nedenle katılmak mümkün değildir.
Birincisi, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’nin “hakları kötüye kullanma” başlıklı 17. maddesidir. Bu maddeye göre, “Bu sözleşmede yer alan hiçbir hüküm, bir devlete, topluluğa veya kişiye, sözleşmede tanınan hak ve hürriyetlerin yok edilmesi veya bunların sözleşmede öngörülenden daha geniş ölçüde sınırlandırılmalarını amaçlayan bir etkinlikte veya eylemde bulunma hakkı verdiği biçimde yorumlanamaz”. Bu hükmün Anayasada karşılığı, “temel hak ve hürriyetlerin kötüye kullanılamaması başlıklı” 14. maddedir.
İkincisi, yazılı hukuk sisteminde bir ülkenin yapısını ve yönetim sistemini belirleyen temel belge anayasadır. Anayasa, normlar hiyerarşisinin tepesinde olup, kanunlarla uygun bulunan uluslararası sözleşmelerin de üstündedir. Kanunla uygun bulunan bir uluslararası sözleşmenin Anayasaya aykırılığının ileri sürülememesi, Anayasa hükümlerinin gözetilmeyeceği anlamına gelmez. Ayrıca, bir kısım insanların siyasi görüş ve isteklerinin korunması adına diğer kısmın veya çoğunluğun hak ve hürriyetleri ile kamu düzeni ve barışını, gerçek ve yakın veya somut tehlikeye düşürecek eylemlere izin verilmeyebilir.
İlk bakışta bu sınırlama, cebir, şiddet veya tehdit içermeyen ifade hürriyetinin kısıtlanması olarak nitelendirilse bile, Anayasa ile kurulu düzenin ortaya koyduğu ilke ve esaslar, daha önemlisi kişi hak ve hürriyetlerinin korunması adına gündeme gelebilir. Bu sebeple, her konuyu ifade hürriyeti ile cebir, şiddet ve tehdit içerip içermemek denkleminde açıklamak mümkün olamaz. Aksi halde, cebir, şiddet ve tehdit içermeyen kişilik haklarına yönelik saldırılar ile bir ülke ve milletin üstün değer olarak nitelendirdiği unsurlara yönelik yapılan tahkir ve tezyif fiillerini de cezalandırmamak gerekir.
Sonuç olarak; yine de meselenin ifade, toplantı ve dernek kurma özgürlükleri çerçevesinde incelenemeyeceğini, en azından tartışmanın bu nokta ile sınırlandırılamayacağını, elbette varsayımdan veya adı ile tüzüğünden hareketle bir partinin hukuka aykırılığın içinde bulunduğu nitelendirilmesinin yapılamayacağını, bunun için eyleme dönüşmenin tespitinin gerektiğini bilmekteyiz. Bununla birlikte, Ülkenin siyasi yapılanması ile temsili demokraside yer alacak siyasi partilerinin usul ve esaslarını belirleyen Anayasa ve Siyasi Partiler Kanunu hükümlerinin esas alınması gerektiği, siyasi hakkın kullanılması olarak kabul edilse de, bir siyasi parti teşkilatlanmasının Anayasanın 1 ila 16. maddelerinde öngörülen çerçeve hükümlere aykırı olamayacağını ifade etmek isteriz.